Demokrasi, kelime anlamı olarak halk idaresi anlamına gelmektedir. Çeşitli dönemlerde demokrasi kavramı çok çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Bunlar arasında liberalist, komünist, anarşist ve faşist düşünürler kendi düşünce yapılarına uygun olacak şekillerde demokrasiyi yeniden tanımlama ihtiyacı duymuşlardır. Bunun altında yatan temel düşünce ise düşünürlerin kendi düşüncelerinin demokrasiye daha uygun olduğunu kanıtlama çabası yatmaktadır.
Demokrasi kavramının tarihi gelişimini ele alacak olursak, Antik Yunan dönemine inmemiz gerekecek. Günümüzdeki doğrudan demokrasiye yakın olan bu uygulama Atina demokrasisi diye de anılmaktadır. Bu düşünce Eski Yunan Filozoflarından Aristo ve Eflatun tarafından eleştirilmiş, halk içinde “ayak takımının yönetimi” gibi kavramlarla nitelendirilmiştir. Ancak Atina Demokrasisine katılabilmek için hür, yetişkin erkek olmak ve Şehir Devleti vatandaşı olmak gerekmekteydi. Bu uygulamada kadınların ve vatandaş olmayanların oy hakkı bulunmamaktadır. Uygulamayı genel olarak açıklayacak olursak, oy kullanma hakkına sahip olanlar “Genel bir toplantı” şeklinde bir araya gelmekte, yönetim ile ilgili her hususta birbirleriyle görüşülmekte, daha sonra aralarından bir yönetici seçip, kanunlar çıkararak bu kanunların uygulanmasını denetlemekte; onlara muhalefet edenlere de cezalar koyulmaktaydı. Böylece demokrasi dolaysız bir şekilde uygulanmaktaydı.
Avrupa’da sanayi devriminden önce halk, derebeyleri ve toprak sahipleri tarafından zulme uğramaktaydı. Sanayi devriminden sonra da değişen pek bir olmamış, derebeyi ve toprak sahipleri yerine sanayiciler geçmiş ve zulümler uzun bir zaman devam etmiştir. Ancak bir noktadan sonra ezilen halk bazı hakları zorla almayı başarabilmiştir. İlk parlamenter sistemlerde halk sınıfından insanların sayısı ve etkinliği çok düşük seviyelerdeydi. Bunun sebebi ise aday olma şartlarının ağırlığı dolayısıyla sadece servet sahiplerinin istenen şartları karşılayabilmesiydi. Bilindiği üzere o dönemler Avrupa Parlamenter sisteminde aday olabilmek için belli bir miktarın üzerinde vergi verme mükellefiyeti vardı. Bu durumda da halkı temsil edenler yine iktisadi alanda söz sahibi olan kişilerdi. İşte bu durumda sanayi devleri ellerindeki imkânlar ve iletişim kurumları vasıtasıyla sadece kitleleri iktisaden kendilerine bağlı hale getirmekle kalmıyorlar; aynı zamanda siyasî düzenin oluşması konusunda da büyük ağırlık koyuyorlardı. Ayrıca siyasette propaganda faaliyetleri ile kitlelerin düşünce ve duyguları etkilenebilmekteydi. Böylece kanaatler ve tercihler belirli etki odakları ile etkilenebilmekteydi. Ayrıca eskiden tek tek yetki sahibi olan kişiler demokratik sisteme geçildikten sonra güçlerini aynı birlik altında toplayıp menfaatlerini ortak bir biçimde sürdürmekteydiler. Toplumda ekonomik güç sahipleri maddi imkânların da verdiği güçle daha da kuvvetlenmekte ve istediklerini daha da kolay yapmaktaydılar. Dolayısıyla sanayi devrimi sonrasındaki parlamenter sistemde adaylık şartlarının zenginliğe dayalı olması dolayısıyla meclisler halkı değil, daha çok iktisadi alanda söz sahibi olan zenginleri temsil etmekteydi.
Ancak bu tür uygulamalar zamanla ortadan kalkmış ve günümüzde eksik yönleri olsa da halkın yönetime katılmasını sağlayan daha geniş bir demokrasi anlayışına kavuşulmuştur.
Halil KARAKAYA
04.12.2013
Anadolu Telgraf Gazetesi