Türk Hukuk Devrimi Üzerine -1
Yazımızda Türk Hukuk Devrimini açıklamaktan ziyade nasıl ve hangi koşullarda yapıldığına değineceğiz.
Ağırlıklı olarak değineceğimiz nokta Türk Hukuk Devrimi sürecinde kanunların ve hukukun nasıl oluşturulduğudur. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, yakına kadar kullandığımız ve halen kullanmakta olduğumuz bir çok kanun ülkemize resepsiyon usulü ile girmiş kanunlardır. Peki nedir bu resepsiyon usulü? Basitçe anlatmak gerekirse adapte bir anlayışla, yabancı bir hukuk sisteminin ülke hukuk sistemine dâhil edilmesidir. İşte Türk hukuk devrimi sırasında birçok temel kanun resepsiyon usulü ile yabancı ülke kanunları alınıp noktasına virgülüne kadar değiştirilmeden tercüme edilerek hukuk sistemimize dahil edildi.
Türk hukuk Devrimini daha iyi anlayabilmek amacıyla öncelikle Lozan Anlaşmasını irdelemek gerekiyor. Konuya ilgili olarak Lozan Antlaşması’nın arkasına eklenen “Yargı Yöntemine ilişkin Bildiri” ye bakmakla başlayacağız. İsmet İnönü, Rıza Nur ve Hasan Saka’nın imzalarını taşıyan bu bildiride “TBMM hükümeti, göreneklerde ve uygarlıktaki gelişmenin haklı göstergesi bütün reformları gerçekleştirmek için araştırma ve incelemelere girişmeye hazırdır.” ibaresi yer almaktadır. Bu ibarenin devamında ise “ Türk hükümeti, 5 yıldan az olmamak üzere gerekli göreceği bir süre için hizmetine derhal Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetindedir; bu danışmanları Türk hükümeti, 1914-1918 savaşına katılmamış ülkelerin uyrukları arasından Milletler arası Adalet Divanınca düzenlenmiş bir çizelgeden seçecek ve bunlar Türk memurları olacaktır.” cümleleri yer almaktadır. Burada dikkat edilecek olursa kanunlardan önce memurlar bünyemize dahil edilmiştir. Bildirinin devamında seçilen adli danışmanlar Görev merkezleri İstanbul ve İzmir olacak şekilde görev yapacaklar, hukuk reformlarını gerçekleştirecek olan komisyonun çalışmalarına katılacak, Türkiye’deki hukuk, ticaret ve ceza mahkemelerinin işleyişlerini izleyecek ve Adalet Bakanına gerekli görecekleri tüm raporları göndermekle görevli olacaklardır; bu danışmanlar, gerek hukuk, ticaret ya da ceza konularında mahkemelerin yönetimi, gerekse cezaların ya da kanunların uygulanması yüzünden doğabilecek bütün yakınmalara (şikâyetlere) bakmakla görevli olacaklardır. Ayrıca bu danışmanlar, ikametgâhların aranması, araştırmalar ve tutuklamaların yol açabileceği şikâyetlere de bakabilecekler, öte yandan İstanbul ve İzmir yargı yetkisi çevresinde, bu gibi tedbirler yürürlüğe konulur konulmaz, gecikmeden görevlendirilen yabancı hukuk danışmanlarına bildirilecekti. Görüldüğü üzere tayin edilen yabancı hukuk danışmanları çok büyük yetkilere sahip olmuşlardır.
Bu konuyla ilgili olarak Max Schwezier, Ankara Lozan Arasında isimli kitabında “Böylece Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonraki ilk beş yıl içinde Türkiye’nin laikleşmesi tamamlanmış oldu. Bu beş yıl Lozan’da, Türkiye’de danışman olarak kabul edilen yabancı hukukçuların görev süresine denk düşmektedir.” demektedir.
Görüldüğü gibi bu danışmanlar kapitülasyonların kaldırılması karşılığında söz verilen hukuk reformlarının gerçekleştirilmesinde yardımcı olacaklardı. Ancak bu danışmanların kimlikleri, ülkemizde kalma süreleri ve nerelere ve hangi olaylarda müdahale ettikleri gibi ayrıntılara belgelerde yer verilmemiştir. Devlet arşivlerinde bulunan bazı belgelerde bu danışmanlara aylık azami 150 Türk Altını 37.500 Altın Fransız Frangı tahsisat ayrıldığı görülmektedir. Ancak bu meblağ Lahey Adalet Divanınca az bulunmuş ve 60.000 Altın Franga çıkarılmıştır.
Yazımızda ve Lozan Anlaşmasının ilgili ekinde, görevlendirilen danışmanların 5 yıllık görev sürelerinin olduğu belirtilmiştir. Ancak 1929 tarihli, altında Gazi Mustafa Kemal’in de imzasının bulunduğu Latin alfabesiyle kaleme alınmış olan kararname, yabancı danışmanlara 1929 yılı bütçesinden para tahsis edildiğini ortaya koyuyor ki, bu, 1930 yılında dahi maaş almaya devam ettiklerini gösteriyor. Yani anlayacağınız danışmanlar 1 yıl fazladan görev yapmışlardır.
Önümüzdeki yazımızda, görevlendirilen Hukuk Danışmanlarının görevleri süresince hangi hukuki değişimler geçirdiğimizi ele alacağız.
Halil KARAKAYA
20.08.2014
Anadolu Telgraf Gazetesi
Türk Hukuk Devrimi Üzerine -2
Önceki yazımızda Türk Hukuk Devrimine giriş yapmış ve bu bağlamda Lozan Barış Antlaşmasının Yargı Yöntemine İlişkin Bildirisine değinmiştik. Ayrıca Bu Bildiride yer alan Hukuk Danışmanlarını anlatmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise Ülkemize Lozan Barış Antlaşmasıyla gelmiş olan Hukuk danışmanlarının kaldıkları süreler içerisinde hangi kanunların çıktığı ve hangi icraatların yapıldığı konularına değineceğiz.
Bu beş yıl süresince Türkiye’de kalan hukuk danışmanları zamanında 2 Ocak 1924 tarihinde Hafta tatili günü cumadan pazara alındı. 3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırıldı. Hanedan yurt dışına çıkarıldı. Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarıldı. Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı ile Şer’i Mahkemeler kaldırıldı. 5 Kasım 1925 yılında Laik hukukçular yetiştirmek üzere Ankara Hukuk Mektebi açıldı.25 Kasım 1925’te Danıştay yeniden kuruldu ve Şapka Kanunu çıkarıldı. 30 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyeler ile Türbeler kapatıldı. 26 Aralık 1925, Miladi takvim ve Avrupa’yi saat kabul edildi. 9 Nisan 1928’de Anayasa’dan “Devletin dini Din-i İslamdır” maddesi çıkarıldı. 24 Mayıs 1928 tarihinde Avrupa rakanları kabul edildi. 1 Eylül 1928, Liselerden Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. 1 Kasım 1928, Latin harfleri kabul edildi.
Gelelim o beş yıllık sürede resepsiyon usulü ile aldığımız kanunların bazılarına;
17 Şubat 1926 tarihinde İsviçre Medeni Kanununun Türkçe çevirisi Mecliste müzakere edilmeden kabul edildi. Hükümet gerekçesinde Medeni Kanun olarak İsviçre Medeni Kanununun seçilmesinin nedeni, bu kanunun en yeni en eksiksiz ve halkçı bir kanun olması gösterilmiştir. Ayrıca İsviçre Medeni Kanununun Almanya, Fransa ve İtalya gibi birçok ülkelerin kültürlerinin birleşmesine rağmen sorunsuz olarak uygulanabilmesi de nedenler arasındaydı. Ancak tabii ki gözden kaçmış olan büyük bir ayrıntı var. Avrupa medeniyetlerine bakacak olursak küçük farklılıklar hariç hemen hemen benzer kültüre sahiptirler. Ancak bizim kültürümüzle Avrupa Kültürü arasındaki özellikle medeni hukuk alanındaki farklılık çok büyüktür. Kısacası getirilen hukuk bizim ihtiyaçlarımızı karşılar nitelikte değildi. Örnek vermek gerekirse bizde anne ve babaya çok büyük önem verilir. Ki verilmesi gereken bir önemdir bu. O yıllarda ülkemiz hukukuna dâhil ettiğimiz İsviçre Medeni Kanununda ölen bir kişinin çocuklarının olması halinde miras bırakanın anne ve babasına mirastan herhangi bir pay düşmeyeceğine dair hüküm bulunmakta idi.
1 Mart 1926, İtalyan Ceza Kanununun Türkçe çevirisi kabul edildi. Üstelik bu kanun Orijinal dili olan İtalyancadan değil, Fransızca metninden Türkçeye çevrilmiştir.
22 Nisan 1926’da İsviçre Borçlar Kanununun Türkçe çevirisi kabul edildi.
26 Mayıs 1926 tarihinde Kısmen Fransız, Kısmen de Alman hukukundan Derlenen Ticaret Kanunu kabul edildi. Gel gelelim, bu kanun derlenirken ya aceleciliğe ya da acemiliğe kurban gitmiş ve belli bir sistemden yoksun olarak ortaya çıkmıştır. Mecelleden bağımsız kılmak amacıyla apar topar ve acemice hazırlanmıştı. Zaten daha sonra yani 1957 yılında kanunda değişiklik yapılması maksadıyla bir proje başlatılmış ve adeta yeni bir Ticaret Kanunu hazırlanmıştı.
18 Haziran 1927, İsviçre’nin Neuchatel kantonundan alınıp çevrilen Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu çıkarıldı. İsviçre’de daha sonra 1925 tarihli bu kanun yürürlükten kaldırılmış ve yerine 1988 tarihli yeni Neuchatel Medeni Usul Kanununu yürürlüğe koymuştur. Türkiye’de ise 1927 tarihli bu kanun 2011 senesine kadar yürürlükte kalmıştır.
Ancak Türk Hukuk Devrimi sadece batılı Hukuk müfettişlerinin alınması ve batı kökenli mevzuatın ülkemize resepsiyon usulü ile kopyalanmasıyla kalmamıştır. Bunun yanında hukuk eğitimi olarak Ankara Hukuk Mektebi açılmış ve batıdan hukukçu öğretim üyeleri getirtilmiştir.
Halil KARAKAYA
27.08.2014
Anadolu Telgraf Gazetesi
Türk Hukuk Devrimi Üzerine -3
Önceki yazımızda genel olarak Ülkemize Lozan Barış Antlaşmasıyla gelmiş olan Hukuk danışmanlarının kaldıkları süreler içerisinde hangi kanunların çıktığı ve hangi icraatların yapıldığı konuları ile çıkartılan kanunların kültürümüzle olan zıtlığını ele almıştık. Bu yazımızda ise ithal ettiğimiz hukuku ülkemizde tam olarak yerleştirebilmek amacıyla Avrupa’dan getirilen yabancı öğretim üyelerine değineceğiz.
Bilindiği gibi bir ülkede hukuk düzeni oluşturmaktan daha önemli ve daha zorlu bir husus vardır. O da oluşturulan hukuk düzeninin uygulanmasıdır. Uygulanmayan bir kanunun hiç bir işe yaramaz. Bu bağlamda, yabancı devletlerden resepsiyon usulü ile alınan kanunların ve Avrupa’dan getirtilen Hukuk Danışmanlarının tasarladığı bu yeni hukuk düzeninin uygulanması ve devamlılığının sağlanması amacıyla Ankara Hukuk Mektebi açılmıştır. Fakat burada akla bir soru gelebilir. Acaba mevcut öğretim sistemiyle de bu iş yürümez miydi? Bu soruları kısaca cevaplamak adına O döneme bir bakmamız gerekmektedir. O dönemde mevcut olan sistem içerisinde karşımıza Dar’ül Fünun çıkmaktadır. Dar’ul Fünun, yapılmak istenen değişime kayıtsız kalmış, hatta bazı konularda yapılan değişime karşı çıkmıştır.
Cumhuriyetin 9. Yılında İsviçreli bir pedagoji profesörü eğitim sistemimiz hakkında bir rapor çıkarmak amacıyla Ülkemize gelmiştir. Hazırladığı raporda özetle Türkçe bilimsel eserlerin yetersiz, metotların çağdışı ve öğrencilerin yabancı dil bilgisinin yetersiz olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine Dar’ul Fünunun 240 hocasından 157’si görevinden alınmıştır. Ayrıca İsmi de İstanbul Üniversitesi olarak değiştirilmiştir. Ancak yapılması gereken en önemli şey halen yapılamamıştı. O da yabancı öğretim görevlisi alımıydı. O dönemde Türkiye’ye gelecek yeterli sayıda yabancı öğretim üyesi bulunmamaktaydı. Dönemin Almanyasında yahudi erin üzerindeki baskı artınca yahudi profesörlerin Türkiye dönemi açılmış oldu. 1933 yılında 47 Alman hoca İstanbul’a geldi bunların 19’u ordinaryüs ve profesördü.
İlk başlarda dil problemi yüzünden dersler tercümanlar aracılığıyla yapılmaktaydı. Ancak esas problem, tercümanların anlatılanları tam olarak tercüme edememesinden kaynaklanmaktaydı. Bazı teknik konulardaki yetersiz tercümeler ve öğrencilerle hocaların iletişiminin tercümanlar aracılığıyla yapılmasından doğan anlaşmazlıklar öğretimi zorlaştırmaktaydı.
Bunların yanında bir de yerli hocalarımızla yabancı hocalar arasındaki maaş farkına değinmek gerek. Yabancı profesörlere aylık olarak 500 ila 600 lira arasında bir ücret ödenmekteydi ki bu o dönemlerde 1000-1200 Alman Markına denk gelmekteydi. Aynı Profesörler kendi ülkelerinde bu paranın üçte birine çalışmaktaydı. Aynı dönemde yerli hocalarımız ne yazık ki 40 ila 100 lira arasında bir maaş almaktaydılar.
Harf inkılabı sonrası yabancı hocalar bilim diline de el atmışlardır. Burada insanı şaşırtan konu ise bu yabancı hocaların büyük çoğunluğunun Türk Literatürüne ve Türkçeye hâkimiyeti konusunda herhangi bir bilgilerinin olmaması veya çok az bir bilgilerinin olmasıdır. Üniversite kütüphanesindeki 109 bin 387 Cilt Osmanlıca kitap yabancı bilim çevresi tarafından bilimsellikten uzak, dağınık ve küflü ilan edildi. Acaba bunu neye göre ilan etmişlerdi? Bırakın Türk literatürünü, Osmanlıca dahi bilmeyen bir çevrenin Osmanlıca eserleri bilimsellikten uzak ilan etmesi gerçekten de çok düşündürücüdür.
Gelelim, Türk hocaların 6 ila 10 katı arasında ücret alan bu hocaların eserlerine. Bu hocalar dönemlerinde 99 ders kitabı, 59 bilimsel kitap ve onlarca bilimsel makale yayınladılar. Bu sayı o dönemde çok yüksek olabilir ama herhalde 109 bin cilt eserin görmezden gelinip, kenara atılmasıyla karşılaştırılamaz.
Bu dönemde toplam olarak 86 Alman öğretim görevlisi Türkiye’ye geldi. Bunların bir kısmı Amerika ve Avrupa ülkelerine giderken kalanlar 1941 yılında Alman vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra vatandaşlığa kabul edildiler.
Halil KARAKAYA
03.09.2014
Anadolu Telgraf Gazetesi